28 Eylül 2008 Pazar

ARKEOLOJİ VE ARKEOLOJİ TARİHİ

ARKEOLOJİ VE ARKEOLOJİ TARİHİDE ÖNEMLİ KİŞİLER
ARKEOLOJİ TARİHİ

Arkhaios (eski) ve Logos (bilim), kelimeleri birleştirildiğinde "Eskinin Bilimi" olarak tanımlanır. Arkeoloji Halikarnassos'lu (Bodrum) Dionysos Roma tarihini anlatan eserine "Romaike Archeologia"adını vererek "Arkeoloji" deyimini ilk kullanan olmuştur. Bu bilim dalı dip tarihten itibaren, değişik coğrafyadaki toplumların yaşam biçimlerini somut kalıntılarıyla inceleyip şekillendirir, kısaca insanın kökenini araştırır. Arkeolojinin metodunu da içeren bir tanım yapacak olursak, Arkeoloji; insanın antropolojik olarak ortaya çıktığı ilk andan itibaren, onun yaşam kavgası, inanç ve sanat adına ürettiği tüm somut değerleri arayıp bulan, bunları malzemesine, teknolojisine sanatsal özelliklerine göre kronolojik bir düzen içinde tarif ve tasnife tabi tutarak belgeleyen, bu belgeleri yorumlayarak insanlığın yaşam serüvenini aydınlatmaya çalışan bir bilim dalıdır. Kısacası katkılarıyla bizi bugünkü teknoloji ve kültür seviyesine ulaştıran atalarımızın emeğini metodolojik ve sistematik olarak inceleyen bir laboratuardır Arkeoloji. Bulguları ile kaybolmuş toplumları tarih derinlerinden çıkarır, onların yaşam biçimlerini canlandırarak yeniden inşa eder. İnsanlık tarihinin detaylarını şekillendirmek için devamlı, sınırsız ve karmaşık bir araştırma içindedir. Arkeolojik bulgular eski uygarlıkların tanıklarıdır; ait oldukları toplumların teknolojik sosyo-ekonomik, dinsel (teolojik) ticari ilişkilerinin zaman ve mekan içindeki değişken devamlılığının göstergesidirler. Bu nedenle eski eserler sanatsal özellikleri veya diğer bir deyimle estetik güzellikleri için değil birer tarihi belge oldukları için muhafaza edilirler. Bugün müze depolarında milyonlarca eser birer tarihi belge olarak özenle korunurlar. Bunların kendi içindeki ve dışındaki bulgularla analiz ve senteze tabii tutulması sonuçlarının çağdaş toplum veya kültürler ile ilişkisini ortaya konması arkeolojinin amacıdır. Bunu yapamaz isek çabalar soyut kavramlar olarak kalır. Bütün bunlar yapılırken ön yargılardan soyutlanmış ve geniş bir perspektif ile çalışmamız gerekir. Veriler daima yeniden değerlendirilmelere ve yorumlamalara açık olmalıdır. Arkeolojik bulgularla insan yaşamının sürekliliğini kavramamız, yaşam felsefemizi daha anlamlı yapar. Geçmişi canlandırmak, onun sürekliliğinin yaşamımızda da değişerek devam ettiğini algılamak geleceği şekillendirmek için hedef belirlememize kısacası hayatımıza hayvansal içgüdü ile (yemek, içmek, çiftleşmek) çerçevelendirmek bencilliğinden kurtarıp toplumsal ve insani değerleri bilen ve hedefleyen fertler olmamız için yeni kapılar açar, kısacası bize insan olmayı öğretir. Arkeoloji bir bilim dalı olarak 18 yy.da Winckelmann (1717–1768) ile başlatılır. Winckelmann M.S. 79 yılında Vezüv yanardağının külleri ve lavları altında kalan Pompei ve Herculaneum kentleri kazılarında bulunan eserleri yayınlayarak arkeoloji ve sanat tarihinin babası olma ünvanını kazanmıştır. 19 yy. da eski kültürlerin yağmalanmasıyla paralel olarak yürütülmeye başlanan ve bir kısmı halen daha devam eden arkeolojik kazıların sonuçlarının yayınlanması ile arkeoloji önem kazandı. Bu arada okunmaya başlanan Ön Asya ve Mezopotamya ve Mısır halklarının çivi ve hiyeroglif yazıtları da devreye girip bir çok yeni ve üstün medeniyetin "Sümer, Babil, Akad, Pers, Hitit, Mısır" tanınması o güne kadar bir mucize olarak tanıtılan Hellen kültürü ve onun devamı kabul edilen Roma kültürlerinin mucizeliğini ortadan kaldırdı. Paleolitik çağ kültürlerinin bulunması "Fransa'da Somne vadisi İngiltere'de Devon mağaraları Türkiye'de Karain, İspanya'da Altamira mağaraları, İndus uygarlığı vb. birçok merkez ile Kıtab-ı Mukaddes kronolojisinde "insanın yaratılış tarihi" olarak verilen M.Ö. 4004 yılının yanlış bir tarih olduğunun anlaşılması ise ayrı bir şok oldu. Bunlar gösterdi ki insanlığın kökeni ve kültür evrimi ile ilgili sorulara yanıt bulmak ele geçen her kültür katının zamansal boyutuyla tanımlanması ve karşılaştırmalarla yorumlanması ile mümkün olmaktadır. Arkeolojinin sosyolojik ve siyasi tarih verileri hemen kavrandı. Sosyologlar açılan bu yoldan yürüyerek elde ettikleri sonuçlar ile kendi ulusal kültürlerinin temel taşlarını inşa ettiler. Sanayi devriminin felsefesi ve alt yapısını oluşturan sosyal bilimciler tamamen bu verilere dayanarak hedefler gösterdiler. Ülke yöneticileri insanlık tarihi deneyimlerini öğrenmenin geleceği şekillendirmek olduğunu görerek yeni politikalar geliştirdiler. Bu birikimleri hızlı eğitim programları içine aldılar. Ülkelerinin geleceğini emanet edecekleri kuşakları önce antik çağ kültürleri öğretisiyle donattılar. Arkeoloji enstitülerini hızla çoğaltarak dünyanın her yöresinde gelişmiş olan kültürlerin oluşturduğu yaşam biçimi, din, dil, ırk ve etnik köken farklılıklarını öğrenerek bunları kısa ve uzun vadeli dış politikalarını belirlemekte veri tabanı olarak kullandılar. Batılı sömürgeciler, ideolojik ihtiyaçlarına göre tarihi şekillendirmeye ve güncelleştirmeye başladı. Devrin politik çıkarlarına hizmet verecek ısmarlama bilim yapanlar türedi. Gerekli gördükleri yerde tarihi verilere politik çıkarlara uygun profiller çizerek birçok ülkeyi böldüler ve sömürgeleştirdiler. İngiliz arkeolog Lawrance bugün Suriye sınırında ikiye bölünmüş Kargamış antik kentinde kazı yaparken bu araştırmalar gölgesinde yakından tanıdığı Arapları Osmanlılara karşı ayaklandırarak bu toprakları kolayca ayırdı. Almanlar Antiseminizm (Yahudidüşmanlığı) nedeniyle Hellenizme sarıldı. M.Ö. 146 yılında tarih sahnesinden silinmiş tarih boyunca bir devlet olamamış bir ulusu Troya, Tyrins, Mykenai (Schlimann), Rodos (Biliotti), Olympia (Kurtius), Semendirek (Conze), Knossos (Evans) da yapılan arkeolojik çalışmalarla ön plana çıkardılar. 1070 de Anadolu’ya ayak basan Türkler birçok antik kalıntı bizden değil taşı toprağı alsınlar altınları bize bıraksınlar bizde taş çok, endişeye mahal yok söylemleri altında rahatça alınan izinlerle, Osmanlı topraklarındaki antik eserlerin ve mimari yapıtların Avrupa müzelerine taşınmasına göz yumdular. Bir kısım Osmanlı aydınları bu yağmanın farkındaydı. İlk Türk Müzesi’ni1846 yılında Harbiye Anbarı olarak kullanılan Hagia İreni Kilisesinde ama bir "silah müzesi" yani askeri müze olarak açtık. Bu müze 1868!'de Müze-i Hümayun adını aldı, müdürü ise Galatasaray Lisesi öğretmeni İngiliz Goold idi. Müze 1871 yılında Mahmut Nedim Paşa tarafından kapatıldı. 1872 yılında Ahmet Vefik Paşa tarafından tekrar açıldı. Yeni müdür Alman P. Pethien oldu, müze Çinili Köşk'e taşındı. İlk defa eski eserleri konu eden bir yasa "Asar-ı Attika Nizamnamesi" hazırlanarak yürürlüğe kondu (1874). Bu nizamnameye göre yabancılar buldukları eserlerin üçte birine sahip olacak, üçte ikisini ise satın alıp götürebileceklerdi, yurt dışına kaçırılan eserler böylece yasal bir kılıfta hazırlanmıştı. 1881'de müze müdürü ilk Türk müzecisi ve Arkeologu olarak tanınan ressam Osman Hamdi Bey'dir. Osman Hamdi ilk iş olarak nizamnamedeki zararlı gördüğü maddeleri değiştirdi "Asar-ı Attika Nizamnamesi"-nin 1973 yılına kadar 90 sene yürürlükte kalması kültür değerlerimize karşı ne kadar ilgisiz olduğumuzun bir göstergesidir. Osman Hamdi Bey'i Halid Ethem Bey ve Theodor Macridi Bey takip etti. Bu aydın kişilikler arkeolojik araştırmanın iç ve dış politikayı şekillendirmekteki önemini Avrupalılardan öğrenmişlerdi. İlk Türk kazıları başlatıldı (Lagina, Alabanda, Sidon, Alacahöyük, Nemrut) Rus ve Macar arkeoloji enstitüleri kuruldu. Fakat misyonerler boş durmadı, bu enstitüler kısa sürede kapatıldı. Osmanlıyı Anadolu’ya yabancılaştırmak için yeni ideolojiler oluşturmak gerekiyordu. Anadolu kültürlerini araştırma enstitüleri açmak, müze kurmakta neyin nesi idi. Orta Asyalı Türkler yüzlerini doğuya dönmeliydi, gavur eserliri ile mi uğraşacaktık. Hedef Orta Asya olmalıydı, ırkdaşlarımızla ilgilenmeli idik. Bu politika ile Enver Paşa Orta Asya'ya gönderildi ve Osmanlı toprakları bölüşüldü. Hellenler Anadolu'yu işgale başladı. Sipariş bilimin (auftragwissenschaft) propaganda subayları iyi iş görmüşlerdi. Tüm Avrupa ülkelerini işgal etmiş, Hıristiyan vatandaşları aslanlara yedirmiş, çarmıha germiş, putperest Romalıları lanetleyen Kilise 17. yüzyıla kadar Latince'yi bile yasaklamıştı. Bu baskı Avrupa hukuku, siyaseti ve sanatının temelini oluşturan Roma Kültürünü red etme nedeni oldu. Roma Kültürü diye bir şey yoktu, Roma Sanatını yaratanlar Hellenli kölelerdi. Rönesans ve Arkeoloji araştırmalarla ortaya çıkan bulgular bilimsel sorgulama sürecini başlattı, anladılar ki hiçbir kültür kendi öncesinden soyutlanamaz, hakim kültürler diğer kültürlerin ürünü ve koruyucusu olur. Böylece tarih ve kültürel geçmişi ile barışan Avrupa Latince yapıtlara dört elle sarıldı. Eski Pagan Kültürleri Kilisenin düşmanlığından kurtararak yollarını açtılar. Müslümanlığın da Anadolu'nun kültür tabanını oluşturan putperest, Romalılar, İyonyalılar, Karyalılar, Frigyalılar, Urartular, Hititler vd. ile düşman olmasının bir anlamı yoktu. Onları kültürel ve ulusal olarak özümsemiştik. Anadolu halkı asırlar boyu dilini, dinini, milliyetini değiştirerek her yeni siyasi erke ve kültüre uyum sağlamış, kendi değişkenliğini yaşarken yeni kültür ve yönetime de kendinden çok şey katmıştır. Bodrumlu Herodot ve Dionysos, Miletli Thales, Amasyalı Strabon, Adıyamanlı Lukian, İzmirli Homer, Demreli Nikolas vd. yaşadığı çağın idari, dini ve etnik yapısına bakmaksızın nasıl Anadolu ve dolayısı ile insanlık kültür tarihine katkılarda bulundularsa, Osmanlı ile devamlılığını sürdüren bu kültür birikimine, dinini, dilini, milliyetini değiştiren Mimar Sinan, İbrahim Müteferrika, Humbaracı Ahmet Paşa, Sokullu Mehmet Paşa gibi niceleri de büyük katkılarda bulunmuşlardı. Avrupa Kültürünün kaynağı da Anadolu'ydu, Anadolu Kültürlerinin sahipleri, bu olguyu halka maletmek için kurumsallaştırmak gerekiyordu. Atatürk henüz bir tek bakanlık binası yokken, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini inşa ettirdi. Bu Fakültede Anadolu ve Yakın Doğu kültürlerini araştırarak Arkeoloji, Hititoloji, Akadca, Sümerce, Latince, Yunanca kürsülerini oluşturdu. "Türk Dil Kurumu"nu, "Türk Dili Kurumu" değil ve "Türk Tarih Kurumu"nu "Türk Tarihi Kurumu" değil, birer araştırma enstitüsü olarak kurdu. Bu kurumları değişebilecek siyasi baskılardan korumak için ekonomik özerklik verdi. Kendi mirasını bıraktı. Cumhuriyetin ilk sanayi kuruluşlarına Sümerbank, Etibank isimlerini koydu. Hitit Müzesi açılmasına ön ayak oldu, bu doğrultuda artık Cumhuriyetin başkentinin sem bolü bile "Hatti Güneş Kursu" idi. Yurt dışına Arkeoloji, Dil ve Tarih konusunda ihtisas yapacak gençler gönderdi. Ekrem AKURGAL, Kemal BALKAN, Emre BİLGİÇ, Sedat ALP, Suat ve Samim SİNANOĞLU, Arif Müfit MANSEL, Halil DEMİRCİOĞLU vd. gibi dünya çapında bilim adamları yetişti. Türk Tarih Kurumunun projelendirdiği ve desteklediği Alacahöyük, Ahlatlıbel, Çankırıkapı, Trakya, Arkeoloji kazılarını başlattı ve hasta yatağında iken bile bunları görmek istedi. Üstelik Pers imparatoru Kyros'un dediği gibi "rahat ülkenin askerleri savaşmaz". Halkı eğitmek, fabrikalar kurmak, demir yolları yapmak yani alt yapıyı millileştirmek, öz kaynak, olanak ve öncelikleri dikkate alarak çağdaşlaşmak, Anadolu kültür tarihini sahiplenmiş, güçlü bir orta sınıfı yaratmak neyin nesiydi. Kemalizm düşmanları Hilafet yanlıları, Amerikan Mandacıları, İngiliz Muhipler Cemiyeti üyeleri, İslahat Fermanından sonra Galata ve Pera'da yerleşen her Batılı ülkenin bütün kurumları, bankaları, okulları, kolejleri, hastanesi, itfaiyesi, otelleri ve hür mason (formasyon) locaları, araştırma enstitüleri ne güne duruyordu. Bu sonuca, adım adım ve Kemalizm devriminin kazanımları yıkılarak ulaşıldı. Önce eğitim sisteminden başlandı, kominist yetiştiren "Köy Enstitüleri" kapatıldı, kapatılma gerekçeleri arasında mimari yarışma sonucu belirlenen enstitü projelerinin "orak çekice" benziyor olması da vardı. Enstitüler kapatılıncaya kadar hayli mezun vermişti, öğretmen gibi öğretmenler yanında ülke gerçeklerini kavramış ve onları yapıtlarına yansıtan bilim adamları, sanatkarlar, edebiyatçılar, şairler yetişmişti. Bunlar Kemalist devriminin yılmaz savunucuları oldular. Tehlikeliydiler, takip edildiler, hapislere, sürgünlere gönderildiler. Bir de üniversite hocaları vardı, kara cüppeliler, sokakları aşındırıyorlar, kara Fatmalar gibi yürüyüp, gençleri kışkırtıyorlar, onlara "Go Home Yanke", "Nato'ya, Centoya, spor totoya" hayır gibi sloganlar attırıyorlardı. Fruko'lar, Toplum Polisleri, Robotekler, çevik kuvvetler, özel kuvvetler, Mit, derin devlet, JİTEM, örfi idareler, ihtilaller, Muhtıralar, hukuğu yok sayan yasalar, kara paltolu beyaz çoraplılar, bir günde akaryakıtı, yağı, tütünü ortadan kaldıran, hükümet düşürüp, MC'ler kuran güçler hep birlikte vatanı savunmaya koştular. Gençler birbirini vuruyordu, "kalan sağlar bizimdir", Madımak, Maraş, katliamlar "bırakın gerçekler olgunlaşsın" profesörler, aydınlar, yazarlar, sanatkarlar, gazeteciler öldürülüyordu, "Her işe burunlarını sokmasınlar, bu ülkede bir şeyler değişecekse onu da biz yaparız". Bunlar tam ortamıydı, "balık bulanık suda avlanır". Hortumcular, vergi iadecileri, sahte ihracatçılar, batık krediler, Lochead'le, ilaç ve reçete sahtecileri, vergi yüzsüzleri, ihale yolzuzlukları, yapmadıklarından para kazanan mütahitler. Bunlar vatanı çok seviyorlardı, elleriyle kollarıyla seviyorlardı, dudakları dilleri ile seviyorlardı, sevdikçe ihtirasları hat safhaya çıktı ve sonuçta buharlaşan milyarlarca dolarlık yetim hakkı ile milyarlarca dolar borcu nedeniyle, yabancıların insafına bırakılmış, çoğu zaman ay yıldızlı bayrağa sarılmış bir genç kız simgesiyle betimlediğimiz devletimiz. Şimdi ne yapalım, vatanı satmayı yasalaştıralım. Tahkim yasası çıkarıp sanayi alt yapımızı ve topraklarımızı satalım. Nevşehir, Kırşehir, Kırıkkale, Eskişehir, Harran, Urfa, Ereğli satıldı bile. Şimdi yabancılar tarım yapıyor. Kıyıları satın alan turizm şirketleri kurtarılmış bölgeler ilan etti, "Türkler Giremez". Sit alanlarını satalım, yazık köylünün zilliyet hakkı var, 40 senedir kullanıyor. Ama nedense köylü bunları hep birilerine satmış. O birilerinin de köyle hiç alakası yok. Tapuları yok. Ama kapı gibi muhtar senetleri var. YÖK kuruldu, Yöktörler bulundu, üniversiteler taşraya taşındı, taşralaştırıldı, şirketleştirildi, vakıflaştı. Şirketin de vakfın da başkanı rektör. Kabe YÖK, öğretim elemanları şirket işçileri, öğrenciler müşteri, parasız hiçbir hizmet yok. Şirket alışverişleri hep vakıftan yapılıyor. Vakıf devlet bütçenin önünü kestiği her türlü harcamaya yol açar, yurt dışı gezileri, ağırlama giderleri, makama hizmet edecek arabalar, özel okullar, özel yurtlar. Bilim mi? Temel Bilimler. Fen Fakülteleri ve Edebiyat Fakülteleri adı üstünde bilimlerin temeli burada oluşturulur. Kimya, Botanik, Biyoloji, Genetik vb. olmazsa Tıp Bilimleri olmaz. Fizik, Kimya, Matematik olmazsa Mühendislik bilimleri olmaz. Edebiyat, Felsefe, Mantık olmazsa yazamazsın, çizemezsin, kendini ifade edemezsin, araştırma metotlarını oluşturamazsın. Kısaca anlayamaz ve anlatamazsın. Arkeoloji, Sanat Tarihi, Tarih, Sosyoloji, Filoloji olmazsa insanlığı tanıyamazsın. Tarihsel refleksini oluşturamazsın. Komşuların ile yürüteceğin politikalarda şaşırırsın. Ülkeni dahi idare edemez, topluma yön veremezsin. Kısacası nereye gideceğini bilemeyen kültür temelsiz bir toplum yaratırsın. Temel bilimlerin önünü kesmek, tüm bilimlerin önünü kesmek anlamındadır. Temel Bilimsiz bilim, başkalarının yaptığını sınamaktan, taklit etmekten başka bir şey değildir. Her nasılsa YÖK yasasına girmiş, Edebiyat Fakültesi ve Fen Fakültesi kurulmadan bir üniversite kurulamaz. Yani temel bilimler olmadan bir üniversite olmaz. Tüm servis dersleri Fen Fakülteleri ve Edebiyat Fakülteleri öğretim üyeleri tarafından verilmelidir. Bu olacak şey değil. Masraf kapısı. Taşra üniversiteleri bilim için kurulmadı. Vakıf üniversiteleri için de büyük yük, bu fakültelerin müşterisi olmaz. Biz bunları birleştirip küçültelim. Fen-Edebiyat Fakültesi yapalım. Servis derslerini her fakülte kendi içinde çözümlesin. Orta öğretimde boş derslere kaymakamlar, avukatlar, bürokratlar girmiyor mu? Böylece birkaç bölümlü fen Edebiyat Fakülteleri kuruldu, önce sosyal bilimler çöktü. Dekanların hemen hemen hepsi Fen bilimciydi. Fakülteye ayrılan kısıtlı bütçelerin ve kadroların büyük kısmı fencilere harcanıyordu ve o da yetersizdi. Yeni bölümler açıp geliştirmek şöyle dursun. Doğu ve batı dilleri bölümleri kapanıyor, sadece İngiliz dili ve edebiyatı bölümlerine öğrenci geliyordu. Fen-Edebiyat Fakülteleri mezunlarının öğretmen olabilmeleri de engellenince, öğrenci profili değişti. En düşük puanlı öğrenciler gelmeye başladı. Onlar da mecburiyetten "seneye tekrar sınavlara girerim, başka yeri kazanamazsam devam eder, bir üniversite diploması alırım" düşüncesindeydiler. Dünyada benzeri olmayan bir eğitim programı oluşturuldu, Eğitim Fakültelerinden orta öğretime öğretmen yetiştirmek. Fen-Edebiyat Fakültelerine benzer bir yapılaşma (Matematik Bölümü, Edebiyat Bölümü, Fizik Bölümü, Sanat Tarihi Bölümü ) ile Eğitim Fakülteleri eş değer ikinci bir Fen-Edebiyat Fakültesi miydi? Bu konuda yapısal (laboratuar, malzeme) ve akademik kadro olarak çok çok gerideydiler. Eğitim Fakültelerinin adı üzerinde "Eğitim Bilimleri" konusunda ihtisas vermesi, eğitimin çeşitli yaş gruplarında, çeşitli fiziksel ve kültürel yapıdaki öğrencilere, nasıl ve hangi metotlarla aktarılacağını öğretmesi yani değişik alanlarda pedagoji, formasyon konularında çalışması gerekmiyor muydu. Temel bilimler konusunda öğretmen yetiştirmeye başlayarak Fen-Edebiyat Fakül-tesi mezunlarının önünü kesen Eğitim Fakültesindeki hocalar şimdi akademik kariyerlerini hangi ihtisas alanına yönlendirecekti. Eğitim Bilimlerine mi, yoksa Temel Bilimlere mi? Atatürk devrimleri, Atatürkçü sloganlarla teker teker yok ediliyordu. Tarih ve Dil Kurumları artık Türk İslam Tarihi Araştırmaları Kurumu olmuştur. Orta Asya'ya Arkeolojik Araştırmalar yapmak için heyetler gönderiliyordu tabi ki arkeologları değil, çoğunlukla sanat tarihçilerdir. Çünkü onlar bölümlerinde dünyanın anladığı anlamda resim sanatı tarihi, heykel sanatı tarihi, mimarlık sanatı tarihi değil "Türk İslam Sanatı Tarihi öğretiyordu". Tıpkı ilahiyat fakültelerindeki, eğitim fakültelerindeki eşdeş kürsülerde olduğu gibi, yüzler Orta Asya'ya dönmüştü. Bu doğrultuda gençler eğitiliyordu. Atatürk'ün gösterdiği Anadoluculuk yoktu. Bu yolda arkeologlar yürüyordu. "Memleketin tapusunu yabancıla-ra çıkarmak için kazılar yapıyorlardı", "halbuki Yunan eserleri Yunanistan'a, Roma eserleri Roma'ya gitmeliydi", "Hocaları Akurgal Yunanlılarla el sıkışıyor, dostluk ödülleri alı-yordu", "Anadolu'daki putperest ve Hıristiyan yapıtlarını korumaya çalışıyorlar, sit kararları çıkartıyorlardı", "Antik yerlerde konserler vermeyin, festivaller düzenlemeyin, deve güreşleri yapmayın" diyorlardı. . Eğitim sistemimizin hiçbir aşamasına Anadolu kültürleri sokulmadı, sanat tarihi derslerini sanat tarihçiler verirdi, onlar öğrenmedikleri Anadolu sanatını zaten öğretemezdi, arkeologlara ise öğretmenlik yasaklanmıştı. Kültürün de bakanlığı mı olurdu, protokolde ve bütçede en son sıraya atın, Başbakanlığa bağlayalım, Milli Eğitim Bakanlığı'na, Gençlik Spor Bakanlığı'na, Turizme bağlayalım yok olmadı tekrar Kültür Bakanlığı yapalım, gene olmadı gene Turizme dönelim, Genel Müdürlükleri ayıralım, olmadı birleştirelim, hepsini havuza atalım, beklesinler, amaç kültür kurumsallaşmasın. Aman, Bakanlık merkez teşkilatı içine bir tek arkeolog bürokrat girmesin zihinleri çeler. Hatta başlarına bir de koleksiyoner genel müdür atayalım, anlasınlar ki kültür varlıkları demek hobi demek, koleksiyonculuk demek, definecilik demek, turizm demek, müzayedecilik demek, kısacısı yetiştirilmek istenen zihniyet tüccar zihniyeti. Arkeologlar, yürüdü. Bugün Avrupalılarla boy ölçüşebilen yegane bilim dalıdır arkeoloji. Ama maalesef bugün, bizim zihinsel ve kültürel miras olarak ve kimliğimizin vazgeçilmez bir öğesi olarak kabullendiğimiz Anadolu Kültür kimliği yukarıda sıraladığımız birçok neden ile toplum tarafında kabul görmemektedir. Avrupa Birliği'ne girmek istediğimiz, uyum paketlerini kabul ettiğimiz bu aşamada, uyum paketlerinin en önemli ortak paydası da Anadolulu kültür kimliği olmalıdır. Çünkü tüm Avrupa, kültürünün kaynaklarının Anadolu olduğunu biliyor. Bu kültür Müslümanlığın veya Hıristiyanlığın kültür sa-hiplenmesi değildir. Çünkü, Antik Çağ kültürleri ne Hıristiyan ne Müslümandır. Onlar insanlık tarihinin ortak kültürüdür. Tüm Anadolu Kültürlerinin fiili ve politik temsilcisi ve mirasçısı artık biziz ve ulusal kimlik arayışımızda bu kimlikten vazgeçmemeliyiz. Avrupalıların tarihi kabukları kazıyarak Osmanlı topraklarını bölmeye yöneldiği andan itibaren savunma refleksi alarak düşman gördüğümüz Hellen, Roma ve Bizans kültürleri ile barışma çabalarımızı hızlandırmalıyız. Onları, yabancı kültürleri ve tarihleri gibi görmenin, zihinsel yanılgımızdan kurtulmalıyız. Politik senaryo gereği Avrupalılara bir mirasçı gerekiyordu, tarih derinliklerindeki en uygun isim Hellen idi, Hıristiyan Osmanlıları bir coğrafyada toplayarak yeni bir devlet kurup, işte Anadolu'nun mirasçısı bu dediler. Ama Hellenler Pagandı ve tarih boyunca bir devlet olamamışlardı, çaresiz iyi denizci ve tüccardılar, bu sayede dilleri ticaret dili olarak Akdeniz'in bütün kıyılarında kullanılıyordu, zamanla kültürel iletişim dili oldu. Tıpkı Latince'nin Farsça'nın Arapça'nın olduğu gibi. Örneğin Selçuklular Farsçayı, Osmanlılar medreselerde Arapçayı kullanıyorlardı. Mevlana'nın İbni Sina ve hatta Osmanlı padişahlarının bu dillerde eserler vermesi bir etnik kökeni ifade etmiyordu. Karyalı Herodot, "Hellenler havuz kenarında kurbağalar gibidir, zoru görünce suya atlar kaçarlar" dememiş miydi. Churchil "Hellenlerin coğrafi, tarihi ve ırki olarak Kıbrıs üzerinde hiçbir hakkı yoktur"dememiş miydi. Homeros, " Truva savaşlarında Hellen öncesi Hellas'ta yaşamış Akhaları anlatmıyor muydu". Hellenler Akhalıların topraklarını işgal edip, Akhaları köle yapmamış mıydı. Atina'nın ismi bile Hellen öncesi bir isimdi. Tanrıları Hellen öncesinde var olan Anadolulu Pagan inanç sistemi, niçin Hellen mitolojisi olarak tanıtılıyordu. Tanrıların yaratılışını anlatan Hesiodos, Anadolu kökenli değil miydi. 100 m uzunluğu 100'ün üstünde devasa sütunlu Samos Hera, Didim Apollon, Efes Artemis Tapınakları Lidya Kralı Kroisos'un armağanları ile Lidya topraklarında inşa edilirken Hellas'ta hangi tapınaklar vardı? Truva'nın, Efes'in, Perge'nin, Milet'in isimleri Hitit İmparator tabletlerinde geçerken, Hellenler diye bir devlet var mıydı? Bunlar nasıl bir mirasçı diye sorgulayan yok muydu? Siz barbarsınız, diliniz ve ırkınız farklı diye Hellenlerin Olimpiyatlara kabul etmedikleri Makedonyalılar tüm Hellas'ı ele geçirip oradan Anadol'ya, Mısır'a Hindistan'a kadar gidip Pers ve Makedon karışımı Hanedanlardan oluşan yeni bir devir açmamış mıydı, bu devirde kurulan Bergama Krallığı, Bithinya Krallığı, Kommagene Krallığı, Pontos Krallğı, Kapadokya Krallığı, Seleukos Krallığı, Ptolemaioslar, Hellas'taki Makedonya Krallığı ne hanedanları ne de etnik kökenleri ile Hellenliydi, ama Alman tarihçi Droysen bu devre Hellenistik Devir deyince tüm bu krallıklar ve eserleri Hellenli oldu. Daha sonra Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğunun bir Roma Sanatı olduğu bile uzun müddet kabul görmedi. Roma Sanatını yaratanlar, Hellenli kölelerdi. Roma ikiye ayrıldı, Constantin'in kurduğu yeni başkent önce Nova Roma oldu, sonra Constantinapole Anadolu halkı artık Doğu Romalı idi. Yani Selçuklu ve Osmanlıların Rum dediği Hıristiyanlığı ve Romalılığı kabul etmiş Anadolu halkı, ama bu Roma Devleti deyimi politikaya ters geliyordu. Tarihe yeni bir isim gerekti, kıyıda küçük bir liman vardı, adı Bizantium. Devletin ismi Bizans olarak tarih sayfalarına yazıldı. Tıpkı Hellenistik Devir gibi bu devrin adı da Bizans Devri idi. Rumlar esasta Romalı değil Hellenli idi ve Bizans'ın mirasçısı idiler. Bu işe çok kız-dık, Bizans adını bile ağzımı-za almadık, üniversitelerimize sokmadık, lanetledik, fetih günleri düzenledik. Doğu Roma mirasının sahibi olmak, bilim ve kültür toplumu olmaktan geçer, önce onu diğer Anadolu kültürleri ile birlikte zihinsel olarak kabullenmek, araştırmak, üniversitelerimizin ilgili disiplinlerin-de kurumsallaştırmak zorundayız. Bugün dünyanın hemen her yerinde arkeolojik çalışmalar giderek daha da yoğunlaşmakta ve ihtisas sahaları giderek genişlemektedir, dünya üniversiteleri içinde Arkeoloji Bölümü olmayan üniversite artık yok gibidir. Anadolu kültür tarihinin sahip olduğu kültür kronolojisi göz önünde bulundurularak, bugün Arkeoloji Bölümleri, Prehistorik Arkeoloji, Ön Asya Arkeolojisi, Klasik Arkeoloji, Orta Çağ Arkeolojisi ve su altı arkeolojisi ana bilim dallarının biri veya bir kaçında öğrenci alarak interdisipliner bir öğretim yapmaktadır. Almanya dahil olmak üzere bir kısım Avrupa ülkeleri bu branşlaşmayı bizden örnek alarak uygulamaya koymuşlardır. Bugün YÖK'te bilinmeyen bazı güçler, tüm bu disiplinleri kapatıp, Arkeoloji Bölümü adı altında tek bir eğitim programı uygulanması emrini verdiler. Öyle anlaşılıyor ki Arkeoloji Bilimi de sıradanlaştırılacaktı. Artık çok olmuştuk.

Bölüm 1:

Arkeolojinin Tanımı: A.Kelime Anlamı: Arkhaio: eski (yunanca) Logos: bilim (yunanca) Arkeoloji kelimesi bu iki kelimenin birleşiminden oluşmuştur. Yani kelime manası ile eskinin bilimidir. Arkeolog terimi M.S.'nin ilk yüzyıllarına kadar Yunanistan'da sahnede dramatik mimiklerle eski efsaneleri canlandıran aktörler için kullanılıyordu. Bugünkü anlamını ise 17. yüzyılda yaşamış bir doktor ve Lyons antikaları uzamanı olan Jacques Spon tarafından kazandırılmıştır. b.Kavram olarak Arkeoloji: Geçmişte yaşayan insanların elinden çıkan, yarattığı her türlü eseri keşfeden, bilimsel yöntemlerle ortaya çıkaran, inceleyen bilim dalı. Tarihteki eksik noktalar, bilinmeyenler yine arkeloji tarafından ortaya çıkarılır. Arkeoloji birçok bilimle işbirliği içinde çalışmaktadır. Bunların başında tarih ve sanat tarihi gelir. Bunlar dışında da jeomorfoloji, kronoloji, staitigrafi , antropoloji, botanik ve nümizmatiği sayabiliriz. c.Diğer tanımlar ve yorumlar: İnsanın geçmişini geride bıraktığı maddi kültür belgelerine dayanarak inceleyen bilim dalı. Maddi kültür belgesi, uygarlık tarihinin başlangıcından, yani insanoğlunun ilk aleti yarattığı andan bu güne değin, gene insanın yaptığı ya da doğada bulduğu biçimi ile kendi gereksinimleri için kullandığı gereçlerin tümüdür. (Ana Britannica) Madde kültür varlıklarını estetik kaygılardan uzak olarak inceler. Sadece sanat eserleri değil edebiyat dışındaki tüm kültür varlıklarını inceler. (Prof. Dr. Orhan Bingöl) Eski medeniyetleri maddi kalıntıları yolu ile inceleyen bir ilimdir. Eski çağlardan zamanımıza kalmış her eserin incelenmesi arkelojinin içine girer. Somut kalıntılardan dolayı arkeloji geçmişteki insan emeği olarak da tarif edilebilir. Arkeoloji bir takım yardımcı bilim kollarından da yararlanır. (Secda Satuk) Arkeolojinin geçmişinde olagelmiş her şeyin yüzde 99,99'dan fazlasında, herhangi bir tür kanıt varlığını bir saniyeden fazla sürdürememiştir. Yine de geriye kalan sayısız örnek arasında kanıt yüzdenin milyonda birinin sadece küçücük bir kesitinde varlığını devam ettirir. Ve yine, arkeoloji tarafından daha küçük bir bölümü yeniden eski haline kavuşturulan bu kesitin de, daha küçük bir kısmı doğru olarak yorumlanabilmiştir. (Robert Bednarik) Arkeoloji sonsuz bir arayıştır, asla bir sonuç olamaz; gerçek bir varış noktası olmayan edebi bir yolculuktur. Her şey deneme aşamasındadır ve hiçbir şey nihayetine ulaşmamıştır. (Paul Bahn) Toprağın üstündekilere ne kadar sahip çıkıyorsak, toprağın altındakilere de o kadar sahip çıkmalıyız (Mustafa Kemal Atatürk) Kaynakça: Bahn, Paul: Arkeoloji’nin ABC'si , Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999 Akurgal, Ekrem: Anadolu Uygarlıkları, Net turistik Yayınlar, 6.Baskı, 1998 Saltuk , Secda : Arkeoloji Sözlüğü , İnkılap Kitapevi , İstanbul 1997 Lloyd Seton : The Art of the Ancient Near East , Thames And Hudson, 1961 Great Britain Ana Britannica : Cilt 2 , 1986 Bölüm 2: Arkelojinin Tarihi ve Önemli Kişiliklerinden Bazıları a. Arkeolojinin tarihi: Arkelojinin ortaya çıkışı geçtiğimiz yüz yılda yani 19. Y.Y.'de olmuştur. Daha önceleri insanlar geçmiş ile ilgili bilgileri antik tarihçilerden öğreniyorlardı. Fakat verilen bilgiler çok eskiye uzanmamaktaydı. Bunun yanısıra kutsal kitaplarda bir takım efsanevi tarihi bilgiler vermekteydi(özellikle tevrat). İlk eski eserlere ilgi ve arkeolojinin bir disiplin olarak orataya çıkması 15. ve 16. Y.Y. 'lara rastlar. Bunun nedeni Rönesans hümanistlerinin antik çağ sanat yapıtlarına yönelmeleriydi. Gene 15. ve 16 Yüzyıllarda İtalya'da papalar, kardinaller ve soylular eski yapıtları toplamaya ve yeni yeni antik sanat ürünlerinin bulunması için yapılan kazılara mali destek sağlamaya başladılar. Bu sırada Kuzey Avrupa'da da antik kültürlere benzer biçimde ilgilenen kişiler ortaya çıktı, onlarda İtalya'daki koleksiyonculara özenip eski yaptları toplamaya giriştiler. Böylece tarihte ilk kez eski yapıt koleysiyonculuğu başladı. Yunan ve Roma sanatına ilginin giderek artması ve 18. Yüzyılda İtalya'da Pompei ve Hercalaneneum adlı iki Roma kentinin kazılması arkeolojinin gelişmesinde önemli rol oynadı. J.J. Winckelmann, bu kazılar üzerinde yazdığı yazılarla ve hazırladığı değerli taş koleksiyonu kataloğuyla arkeloji alanında çalışan ilk bilim adamı oldu. Bundan sonra klasik arkeloji, bir dizi arkeloğun çalışmalarıyla daha sağlam bir temel üzerine oturmaya başladı. Öbür taraftan Napeleon 1789'daki Mısır seferinde birlikte getirdiği bilginlere ülkedeki antik kalıntıları belgeleme olanağı verdi. Böylelekle mısır arkeolojisinin ilk adımları atıldı ve bu belgeler Description de L'Egypte (1808-25;Mısır'ın Tanımı) adlı yaptta yayımlandı. Bu sıralarda artık arkeoloji bir bilim olarak kabul göremeye başladı. Bu bilgilere dayanarak Jean François Champallion Hİyeroglifleri yani eski Mısır yazısını çözdü. Bundan sonra bilginlerin Mısırlılardan kalma sayısız yazılı belgeyi okumaları Mısır arkeolojisinin en büyük aşamasını oluşturdu. Daha sonra çeşitli bilim adamlarının Mısır'ın çeşitli bölgelerinde yaptıkları kazılar sonucu Mısır Arkeolojisi çok daha sağlam bir temel üzerine oturdu. Eserlerin birikmesi sonucunda yavaş yavaş arkeoloji müzeleri açıldı ve eserler buralarda toplanmaya başladı. Bu sırada Mezopotamya'da hazine ve sanat yapıtı bulma tutkusuyla höyükler gelişigüzel kazılmaya başlandı. 1840'da bu düzensiz kazıların yerini daha sistemli kazılar almaya başladı. 1846'da Henry Creswicke Rawlinson Mezopotamya çivi yazsını çözmeyi başardı. 19. yüzyılın sonlarına doğru yapılan sistemli bir kazıyla, Mezopotamya'da Babiller ve Asurlulardan önce yaşamış ve daha önce bilinmeyen Sümerlerin varlığı saptandı. Sümer uygarlığına ilişkin en ilginç kazı Sir Leonard Wooley tarafından 1926'da Ur'da yapıldı ve Ur kral mezarları gün ışığına çıkarıldı. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu'nun toprakları önem kazanmaya başladı. Anadolu'da kültür birikimi o kadar fazlaydıki batı ve güney kıyıları adeta açık hava müzesi niteliğindeydi. Osmanlı İmparatorluğu'nun arkeolojiye karşı duyarsızlığı yabancı bilim adamları ve mezar soyguncuları için büyük bir fırsat oluşturmuştur ve diğer devletler Osmanlı Toprakları üzerinde izinli kazılar yapmaya başlamışlardır. Osmanlı'da bu yağma 1900'lü yıllara kadar devam etti. Bu sırada Osmanlı'da eski eserleri korumaya yönelik Asar- Atika kanunu(1874) kabul edildi. Ancak bu Anadolu'daki yağmayı daha da arttırdı çünkü bu yasaya göre yabancı bir bilim adamı kazı yapmak isterse saraya başvurmak zorunda ancak şöyle bir şart var: Çıkan eserlerin üçte biri Osmanlı İmparatorluğu'nun, üçte biri çıkaranın ve üçte biri toprak sahibinin olacak şekilde. Bu böyle bir süre devam etti. Bu sırada Fethi Ahmet Paşa önderliğinde ilk arkeoloji müzesi Abdül Mecit zamanında kuruldu(1846) ve bu müzeye eserler toplanmaya başlandı. 1874 yılında eserlerin toplanması için bir arkeoloji okulu gündeme geldi 1875 yılında okulun kurulması için kanun çıktı. Bu okulun adı Asar-ı Atika mektebi. Kuruluş amacı kazı yapabilen ve eski eserleri tanıyan bilim adamları yetiştirmekti. Ancak çeşitli etkenlerle bu proje hayata geçirilemedi Ancak 19. Yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı arkeolojiye daha bilinçli yaklaşmaya başladı. Osman Hamdi Bey adında kültürlü, bilime ve özellikle arkeolojiye meraklı bir memur 1877 yılında müze komisyonuna seçildi. Osman Hamdi Bey müzenin başına getirildi ve yeni bir müze kurulmasını istedi. Sonunda bir arkeoloji müzesi yapılmasını sağladı ve tüm kazılara denetleyici olarak gitti. 2. Asar-ı Atika'nın(1884) çıkarılmasını sağladı. Buna göre osmanlı toprakların da kazı yapma hakkı sadece Osmanlıya ve çıkan eserler yine sadece Osamanlı İmparatorluğu'na ait olacaktı (Türk arkeoloji Osman Hamdi Bey öncesi ve Osman Hamdi Bey sonrası diye ikiye ayrılmaktadır). Osmanlının son zamanlarında devletin her alanında olduğu gibi arkeolojide de çok kötü bir tablo vardı. Casuslar arkeolog adı altında araştırma yapıyorlardı. Osmanlının yıkılmasıyla her alanda olduğu gibi Anadolu’da da arkeoloji için yeni bir safha başladı. Cumhuriyetin ilk yıllarında yurt dışına arkeoloji eğitimi görmesi için insanlar yollanmaya başlandı. İlk kazı Atatürk önderliğinde Ahlatlıbel'de başlatıldı. 1935 yılında yine Atatürk önderliğinde. Alacahöyük kazıları başlatıldı. Daha sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin ve arkeoloji bölümünün açılmasıyla çok çeşitli bilim adamları yetişti ve çok çeşitli yerlerde kazılar yapılmaya başlandı. Bunlar arasında Kültepe, Bergama, Mirina, Asos , Zincirli, Halikarnasos, Efes'i örnek olarak gösterebiliriz. b.Arkeolojinin Önemli Kişiliklerinden Bazıları Prof. Dr. Seton Lloyd Ön asya ve Anadolu'da yaptığı kazılarla tanınmış İngiliz mimar ve arkeolog. Mimarlık öğrenimini Uppingham'da tamamladı. 1939-49 yılları arasında Irak hükümetinin arkeolojik danışmanı olarak Bağdat'ta görev yaptı. Özellikle Sinjar bölgesi araştırmaları ile Ugarit (bugün Ras Şamra), Hassuna ve Eridu kazılarını yönetti. 1949'da Ankara'da kurulmakta olan İngiliz Arkeolog Enstitüsü'nün yöneticiliğine getirildi. On iki yıl sürdürdüğü bu görevinde enstitünün bugünkü etkili konumuna ulaşmasını sağladı. Ayrıca Polatlı'da ve Urfa yakınlarında Sultantepe'de O.R. Gurney ile, Denizli'deki Beycesultan höyüğünde J. Melaart ile birlikte kazıları yönetti. 1961'de İngiltere'ye dönen Lloyd, Londra Üniversitesi 'nde arkeoloji profösörü olarak ders vermeye başladı. 1964'te Muş'un Varto ilçesindeki Kayalıdere adındaki bir Urartu yerleşmesinde C.A. Burney ve M. van Loon ile birlikte kazı yaptı. 1969'da emekliye ayrıldıysa da Londra'daki arkeoloji enstitüsünde çalışmalarını sürdürdü. 1974'te Londra Üniversitesi Arkeoloji Bölümü başkanı, 1978'den sonra da Irak İngiliz Arkeoloji Okulu başkanı oldu. 1971'de ülkesinin Arkeolojiye Katkı Madalyası, 1973'te de Türkiye'nin verdiği Üstün Hizmet Sertifikası ile onurlandırıldı. Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal(30 Mart 1911 İstanbul) Türk Arkeolog. 1930/31'de İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdi. Devlet imtihanını kazanarak Almanya'da arkeoloji eğitimi gördü. 1941'de Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde dekanlık görevinde bulundu. Ege'de Foça,Çandarlı , Eryhrai ve İzmir antik kentlerini ortaya çıkarmıştır. Avrupa'da dört yabancı dilde (İngiliz, alman, Fransız ve İtalyan dillerinde) yüksek tirajlı eserleri yayınlanmıştır. Orient und Okzident ktabının dört yabancı dildeki baskıları yüz elli bindir. Ancient Civilizations and Ruins of Turkey adlı kitabı 8 baskı, Anadolu Uygarlıkları kitabı 5 baskı yapmıştır. 1994 yılında Eski Çağ'da Ege ve İzmir eseri, 1995'de Hatti ve Hitit Uygarlıkları kitabı çıkmıştır. Avrupa'nın yedi akademisine üye olan Ekrem Akurgal'ın, Fransız Akademisi'nde Eskiçağ Bölümündeki koltuğu yaşamı boyunca Akurgal adını taşıyacaktır. Akurgal Amerika'da Princeton(1961), Almanya'da Berlin (1971), Avusturya'da Viyana (1981) üniversitelerinde birer yıl konuk profösör olarak ders vermiştir. Bordeaux Üniversitesi (Fransa 1961), Atina Üniversitesi(Yunanistan 1988), Lecce Üniversitesi (İtalya 1990) ve Anadolu Üniversitesi (1990) kendisine Şeref doktoru sanını tevcih etmiştir. Ekrem Akurgal, Federal Almanya Büyük Liyakat Nişan Yıldızlı Rütbesi (1979), Goethe madalyası (1979), T.C. Kültür Bakanlığımızın Büyük Ödülü (1981), İtalyan Commandatore Nişanı (1978) ve Fransa Cumhurbaşkanı tarafından verien Legion d'Honneuer Officier rütbesi (1990) sahibidir. 1960'lardan bu yana Akurgal İngiliz, Fransız, Alman, Yunan ve İspanyol televizyonlarında söyleşilerde bulunmuş ve belgesel programlarda yer almıştır. Akurgal, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde dekanlığı sırasında Türk Sanat Tarihi, Tiyatro ve Kütüphanecilik Bölümleri ile Epigrafi dalını kurmuş, fakültenin önündeki Sinan heykelini diktirmiştir. Ekrem Akurgal, Türkiye'deki Alman Kültür Merkezleri İstişare Kurulu'nun Genel Başkanlığı'nı (1974-1994), Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği'nin Başkanlığı'nı (1988-1995), Ege Kültür Vakfı'nın Başkanlığını (1991-1997) yapmıştır. Prof. Dr. Nimet Özgüç (15 Mart 1916, Adapazarı) 1940'ta Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinde eğitimini tamamladı ve asistan oldu. 1943'te doktorasını verdi, 1948'de doçentliğe, 1948'de de porfösörlüğe yükseldi. 1984'de Ankara Üniversitesi'ndeki görevinden ayrıldıktan sonra da bilimsel çalışmalarını sürdürdü. Arkeolog Tahsin Özgüç ile evlidir. 1941'den sonra Samsun yöresindeki Dündartepe, Kavak-Kaledoruğu, Tekkeköy kazılarına katıldı. 1947'de Elbistan yüzey araştırmasında ve Karahöyük kazısında çalıştı. Sivas'ta Toprakkale ve Maltepe kazılarında çalıştı. 1948'de başlayan ve günümüze dek süren, Kültepe kazılarında önemli katkıları bulundu. Özellikle Kültepe mühür ve mühür baskılarını araştırdı. 1962'de Niğde'de aksaray yakınlarındaki Acemhöyük'te başlattığı kazıyla çok önemli, bir Hitit merkezini ortaya çıkardı. 1972-75 arasında Niğde yakınlarındaki Tepebağları Höyüğü'nde de bir kurtarma kazısı yaparak Demir Çağlardan Bİzans Dönemine değin buluntular veren bir yerleşim saptadı. 1978'de Orta Doğu Teknik Üniversitesi Aşşağı Fırat Kurtarma Kazıları çerçevesinde Adıyaman Samsat Höyük'te kazı çalışmalarını üstlendi. Önemli yapıtları arasında Karahöyük Hafriyatı, Kültepe Mühür Baskılarında Anadolu Grubu ve Kaniş Karumu 1b Katı Mühürleri ve Mühür Baskıları vardır. Prof. Dr. Tahsin Özgüç (1916 Kırcalı, Bulgaristan) TÜrk Arkeolog. 1940'ta Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nü bitirdi ve asistan oldu. 1946'da doçentliğe, 1954'te profösörlüğe yükseldi. 1968'de aynı fakültenin dekanlığına getirildi. 1968-80 arasında da dört dönem Ankara Üniversitesi Rektörü olarak çalıştı. Daha sonra Yüksek Öğretim Kurulu'nda da görev yaptı. Arkeolog Nimet Özgüç ile evlidir. İlk kez 1945'te Ankara'da Anıtkabir alanı içinde yer alan tümülüs kazılarında Mahmut Akok'la birlikte çalıştı. 1947'de Elbistan Ovasında araştırma yaptı. Karahöyük'te başlattığı kazıyla Geç Hitit Dönemi'nden kalma bir kutsal alan saptadı. 1948'de Kayseri yakınlarındaki Kültepe'de Kemal Balkan'la birlikte kazılara başladı. 1957'de Erbağa Horoztepe'de yaptığı kurtarma kazılarında İ.Ö. 2100'lere tarihlenen tunçtan mezar aramağanları ortaya çıkardı. 1959-68 yılları arasında Erzincan yakınındaki Alıntepe adlı, İ.Ö. 8. ve 7. yüzyıllara ait bir Urartu kalesinde kazı yaparak çok iyi durumda, surlarla çevrili bir kale, duvar resimleriyle bezeli bir saray-tapınak., sütunlu bir kabul salonu, mezar odaları, adak ve armağanlar ortaya çıkardı. 1967'de Kayseri'nin kuzeydoğusundaki Kululu yerleşiminde de kazı yaptı ve Geç Hitit, Helenistik ve Roma yapı katları buldu. Kululu'da Hiyeroglif yazılı anıtlarının yanı sıra kurşun rulo levhalar, küçük heykeller ve sfenksler gibi ilginç buluntular ortaya çıkarıldı. Özgüç, 1973'te Hitit tarihinin aydınlatılmasında önemli rol oynayan, Zile yakınlarındaki Maşat Höyük'te kazılara başladı. Daha önce Ekrem Akurgal'ın kısa bir süre kazdığı bu höyükte ilk Tunç Çağından Demir çağına denk sürmüç bir yerleşme saptadı, önemli bulgular ele geçirdi. Tük Tarih Kurumu üyesi olan Özgüç 1982'de bu kurumun başkanlığını yapmıştır. Alman ve Amerikan arkeolojisi enstitülerinin ve İngiliz Akademisi'nin de üyesidir. 1979'da AFC Büyük Liyakat Nişanıyla onurlandırılmıştır. Başlıca yapıtları arasında Kültepe Kazısı, Horoztepe , Kültepe-Kaniş, Asur Ticaret kolonilerinin Merkezinde yapılan Yeni Araştırmalar'ı sayabliriz. Jean-Fronçois Champollion (23 Aralık 1790, Figeac,Fransa - 4 Mart 1832, Paris, Fransa) Fransız Tarihçi ve Dilbilimci. Mısır Hiyeroglif yazsını çözmüştür. Eski Mısır araştırmalarına bilimsel bir nitelik kazandırmıştır. Champollion daha 16 yaşındayken Latince ve Yunanca'nın yanı sıra altı eski doğu dilini de öğrendi. Grenoble Akademisi'ne, Kopt dilinin Mısır'ın eski dili olduğunu öne süren, bugün yanlışlığı saptanmış bir bildiri sundu. Paris'te gördüğü öğrenimimnin ardından, 19 yaşına Grenoble Lisesi'nde tarih öğretmenliğine başladı. 1809-16 yılları arasında burada ders verdi, ayrıca hiyeroglif çözme çalışmalarıyla ilgilenmeye başladı. İngiliz doğa bilimcisi Thomas Young, üzerinde yunan alfabesiyle yazılmış mısırca çevirilerin bulunduğu Rozetta Taş'nı çözmede önemli başarı sağlamıştı. Onun ardından Champollion, hiyeroglif yazısını bütünüyle çözmeyi başardı. 1821-22'de Rosetta taşı üstündeki hiyeroglif ve hiyerartik yazılarla ilgili makaleler yayınladı, ayrıca hiyerogliflerin yunan alfabesindeki karşılıklarının bir listesini çıkardı. Hiyeroglif yazısında bazı işaretlerin alfabetik olduğunu, bazılarının hecelerle belirtildiğini, bazılarının ise daha önce dile getirilmiş bütün bir düşünce ya da nesneyi gösterdiğini ilk saptayan Champollion oldu. Champollion'un başarıları bazı meslektaşlarının keskin ve çoğu kez kişisel eleştirilerine uğradı. 1826'da Louvre Müzesi'nin Eski Mısır koleksiyonuna müdür olan Champollion, 1828'de Mısır'a arkeolojik bir araştırma, gezisi düzenledi. 1831'de College de France'ta kendisi için özel olarak kurulan eski Mısır yapıtları kürsüsünde görev aldı. Bir mısırca dilbilgisi kitabı ile mısırca sözlük hazırlayan Champollion'un öteki yapıtları arasında Eski Mısır Hiyeroglif Sisteminin El Kitabı, Mısır Panteonu ya da Eski Mısır Mitolojik Figürleri Koleksiyonu sayılabilir. Johann Joachim Winckelmann (9 Aralık 1717, Stendal, Prusya - 8 Haziran 1768, Trieste, İtalya) Yetişme yıllarında eski Yunan kültüründen özellikle de Homeros'tan çok etkilendi.1738'de Halle Üniversitesi'nde ilahiyat, 1741-42'de Jena Üniversitesi'nde tıp okudu. 1748'de Dresden yakınlarındaki Nöthinitz'de Bünau kontunun kütüphanecisi olduğu sırada Yunan sanatını yakından tanıdı. Yunan Resim ve Heykel Sanatındaki Yapıtların Taklit Edilmesi Üzerine Düşünceler adlı yapıtını da burada yazdı. gene bu yıllarda Katolik mezhebine geçti ve Roma'ya yerleşerek, ilerde kardinal olacak Achinto'nun hizmetine girdi. Daha sonra ilerleyerek Vtikan'da kütüphaneci, ardından eski yapıtlar sorumlusu oldu, en son olarakda büyük özel antik yapıt koleksiyonlarından birinin sahibi Kardinal Albani'nin sekreterliğine getirildi. Görevleri ve güçlü koruyucusu sayesinde Roma'nın sanat hazinelerini yakından tanıma ve aralarında Avrupa soylularının da bulunduğu ziyaretçilere sanat danışmanlığı yaparak becerilerini geliştirme olanağı buldu. Özel izinle sürdürülen kazıların ve ele geçen buluntuların gizli tutulduğu Pompei ve Herculaneum kentlerini gezdi. Wincklemann'ın 1764'te yayımlanan Antik Çağ Sanat Tarihi adlı kitabı Antik Çağ sanatının organik bir gelişme izleyerek büyüyüp olgunlaştıktan sonra gerilediğini ileri süren, bir halkın sanatını açıklamada iklim,özgürlük ve zanaat gibi kültürel ve teknik etmenleri göz önünde tutan ve ideal güzelliğe bir tanımlama getirmeye yönelen ilk çalışma oldu. Antik Çağ Sanatını Phidias öncesi ya da Arkaik, Phidias ve Polykleytios gibi büyük heykelcilerin görkemli yapıtlarını verdiği İ.Ö. 5. yüzyılı ve heykelci Praksiteles'in zarif üslubuyla etkinlik gösterdiği İ.Ö. 4. yüzyılı içine alan Klasik, Yunan etkisi altındaki Helenistik ve Roma dönemleri olmak üzere bugün de kabul gören evrelere ayıran bu yapıtta Alman Edebiyat tarihi ve sanat eleştirisinin dönüm noktalarını oluşturdu. Sanat tarihinin ayrı bir uzamanlık dalı, arkeolojinin de beşeri bilimlerin bir kolu olarak ele alınmasının Wincklemann'la başladığı söylenebilir. Wincklemann'ın gözlemleri Yunan sanatınının ruhuna uygun olmakla birlikte, hemen hepsi Helenistik Dönem yapıtlarına ya da Yunan yapıtlarının Roma döneminde yapılmış kopyalarına dayanıyordu. Yunanistan'ı ziyaret etmesi için dostlarından sık sık davet aldı, ama çok istediği halde bu amacını gerçekleştiremeden öldü. Yunan toprakları gibi Yunan sanatı da onun için görmekten çok düşünceyle ulaştığı bir ideal olarak kaldı. Wincklemann uzun süre İtalya'da yaşadıktan sonra 1768'de Dresden ve VViyana'ya gitti. Roma'ya dönerken yolda Trieste'de kaldı. Orada tanışıp dostluk kurduğu eski bir dolandırıcı ve muhabbet tellalı tarafından çalışma masasında bıçaklanarak öldürüldü. Wincklemann'ın dehası ve yazıları, kalsik sanata duyulan ilginin yeniden yaygınlaşması ve sanatta Yeni-Kalisk akımın başlamasında başka etmenlere kıyasla çok daha etkili olmuştur. Wincklemann'ın en önemli iki çalışmasından biri olan Gedanken temelde Yunan estetiğinin felsefi bir tanımlamasıdır. Geschichte ise, bugün artık aşılmış olsa da, bir bilim dalı olarak sanat tarihininin temellerinin atılmasında ve bu alanda bilimsel yöntemler geliştirilmesinde önemli rol ynamıştır. Osman Hamdi Bey (30 Aralık 1842, İstanbul - 24 Şubat 1910, İstanbul) Büyük Figürlü Kompozisyonlarıyla Batılı Anlayışta resmin Türkiye'deki ilk temsizlicisi sayılan ressam, müzeci ve arkeolog. Sadrazam İbrahim Erdem Paşa'nın oğludur. 1857'de hukuk öğrenimi için babası tarafından Paris'e gönderildi. Ama bir süre sonra Paris Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nda resim derslerine katılmaya ve özel atölyelere devam etmeye başladı. Bu arada arkeoloji derslerini de izledi. Katıldığı 2. Paris Dünya Sergisi'nde gümüş madalya kazandı. 1896'da İstanbul'a döndü, hemen ardından Vilayet-i Umur-ı Ecnebiye müdürü olarak Bağdat'a gönderildi. Oradaki memuriyeti sırasında resim çalışmalarını sürdürdü. 1871'de İstanbul'a döndü ve saraya Teşrifat-ı Hariciye müdür yardımcısı olarak atandı. 1875'te Hariciye Umur-u Ecnebiye katip olarak atandı, 1876'da Abdülaziz'in tahtan indirilmesiyle bu görevden alındı. 1877'de Altıncı Daire müdürlüğüne atandı. 4 Eylül 1881'de Müze-i Hümayun müdürlüğüne atandı. Bu tarihten sonra kültür ve sanat alanındaki çalışmaları yoğunlaştı. Bu görevi sırasında Osmanlı toprakları içindeki taşınabilir bütün sanat ürünlerini, toplama, koruma ve sergileme düşüncesiyle çalıştı. Çinili Köşk'te yer alan koleksiyon için 1891-1907 arasında mimar Alaxander Vallaury ile Arkeoloji Müzeleri binasını yaptırdı. 1884'te yeni bir Asar-Atika Nizamnamesi'nin çıkarılmasına ön ayak oldu. Müze müdürlüğü sırasında pek çok kazı başlattığı gibi, İskendder Lahti'nin çıkarıldığı 1887 Sayda kazısına kendisi de katıldı. Arkeolog T. Reinach ile birlikte Sayda kazısıyla ilgili öenmli bilgilerin bulunduğuNecropole Royale du Sidon ve heykelci Ervant Oskan'la birlikte Le Tumulus de Nemwoud Dagh adlı kitapları hazırladı. Sanay-i Nefise Mekteb-i Alisi'nin (bugün Mimar Sinan Üniversitesi) açılması için büyük çaba harcadı. 1882'de müdürlüğüne getirildiği bu okulun 1883'te eğitime başlamasını ve Avrupa sanat okulları niteliğinde çağdaş bir sanat kurumu olmasını sağladı. Kaynakça: Akurgal, Ekrem: Anadolu Kültür Tarihi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara 5. Basım Ekim 1998 Ana Britannica: Cilt 2, 1986 Ana Britannica: Cilt 5, 1986 Ana Britannica: Cilt 17, 1986 Ana Britannica: Cilt 19, 1986 Ana Britannica: Cilt 22, 1986 Bahn, Paul: Arkeolojinin ABC'si, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999 Ceram, C.W. : Tanrılar Mezarlar ve Bilginler(Arkeolojinin Romanı), Remzi Kitabevi, İstanbul 5.Basım 1999 Lloyd, Seton: Türkiye Tarihi(Bir Gezginin Gözüyle Anadolu Uygarlıkları) , Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara 4. Basım Ocak 1998 Bölüm 3:Arkeolojinin Gelişiminde Dönüm Noktaları Arkeolojinin bir uğraş olarak ortaya çıkmasının rönesansa denk geldi. Bunun nedeni o dönem hümanistlerinin Eski Yunan'daki felsefeye, demokrasiye. özgür düşünce ortamına ve insana verilen değerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu nedenlarden dolayı özellikle soylu kesimler, zengin aileler, kardinaller vb. eski Yunan dönemine ait eserleri toplamaya ve sergilemeye başladılar. Bir nevi moda olarakta görülebilir bu. O zamanlar arkeoloji daha çok zengin kesim için bir nevi uğraştı. Fakat sonraları bu uğraş, çıkan eserler o kadar merak uyandırıcı olduki insanlar arkeolojiye daha bilimsel bir gözle yaklaşmaya başladılar. Bu noktada en büyük etkenlerden biri hiç kuşkusuz 18. yüz yılda M.Ö. 71 yılında yanardağ patlaması sonucu lav altında kalmış Pompei kentinin incelenmeye başlamasıdır. Lav altında kaldığı için eserler çoğu bozulmadan az hasar görerek yüzlerce yıl orada yatmıştır. Yani Pompei şehri arkeolojiye ve Eski Yunan medeniyetine meraklı olanlar için adeta bir cennet niteliğindeydi. Bu noktada J.J.Wincklemann Pompei kentinde yapıtığı kazıları bir eserde toplamış ve konu hakkındaki ilk akademik eseri veren şahıs olmuştur. Bundan sonra arkeoloji bir bilim olarak kabul görmeye başlamıştır. Eski Yunan medeniyetine duyulan ilgiye rağmen Ön Asya Arkeolojisi pek ilgi çekmemiştir. Ta ki Napeleon'un Mısır'a 1789'da düzenlediği sefere kadar. Napelon bu sefer sonucu Mısır'dan eski Yunan medeniyetinden çok daha önceki devirlere ait eserler getirmesiyle Ön Asya Arkeolojisi de ilgi çekmeye ve canlanmaya başlamıştır. Mısır'da ki en ilgi çekici şey hiç kuşkusuz hiyeroglif denilen resim yazısıydı. Birçok bilim adamı bu yazıyı çözmeye çalışmış ancak şans Champallion'a gülmüştür. Bu andan itibaren Ön Asya Arkelojisi'nin popüleritesinin Klasik Arkeoloji'yi bile geçtiği söylenebilir. Msırı bir ilgi odağı haline gelmiş ve bir çok bilim adamı akınlar halinde Mısır'a kazı için gitmeye başlamışlardır. Kendi şahsi fikrime göre Eski Yunan Medeniyeti bu kadar ilgi çekmeseydi bile eninde sonunda Eski Mısır ile ilgilenen birileri çıkacağına inanıyorum. Çünkü insanın her zaman geçmişe ve bilinmeyene karşı doğal bir ilgisi vardır ve Mısır bu iki özelliği üzerinde toplamıştır. Günümüzde arkeoloji çok fazla yol katetmesine rağmen hala mısır hakkında bilinmeyen yüzlerce şey vardır. 1800'lerde tüm dünyayı saran hammadde ihtiyacı büyük devletlerin ilgisini Anadolu ve Ortadoğu devletleri üzerinde toplamıştır. Bu bölgelerin araştırılması için birçok Avrupa devleti Ortadoğu ve Anadoluya arkeolog ünvanı altında bir çok casus göndermişlerdir. Her ne kadar amaçları farklı olsa da bu casus-arkeologlar gittikleri bölgede bir çok kazı ve araştırma yaparak arkeolojiye yadsınamaz bir katkı da bulunmuşlardır. Anadolu günümüzde olduğu gibi geçmişte de Avrupa ve Asya arasında bir köprü görevi görüyordu. Bu da Andolu üzerinde sayısız uygarlığın kurulmasına neden olmuştu. Geçmişe karşı giderek artan merak insanları Anadolu'ya yöneltmiştir. Osmanlı Devleti'nin bu konudaki ilgisiz tutumu ve duyarsızlığı mezar soyguncuları ve bilim adamları için Anadolu'yu ilgi odağı yapmıştır. Osamanlı Devleti'nin o dönemde yabancılar tarafından çıkarılan eserleri para karşılığı onlara satması ise şu an çok acısını çektiğimiz bir kayıp olmuştur. Dışarı götürülen eserler arasında şu an British Museum'da sergilenmekte olan Bergama Zeus Sunağı bile vardı. Sonuç olarak Anadolu bu devirde tam bir yağma altındaydı. Bunlar arasında en büyük zararı veren hiç kuşkusuz Schilemann'dır. Schilemann Çanakkkale'de bulunan Troya'yı kazmıştır. Yalnız bu kazı arkeolojik bir kazı olmaktan çok uzak bir mezar hırsızının yapacağı görünümde bir kazıdır. Bu kazı sonucunda değeri para ile ölçlemiyecek derecede önemli eserler bulmuştur. Bunlar arasında Akha Kralı Agamennon'un altın maskesi, Troya'lı Helen'in değerli taşlardan yapılmış takılarını sayabailiriz. Bu takıları Schilemann sevgilisine hediye etmiştir ve günümüzde yeri bilinmemektedir. Schilemann bu kazı sonucunda höyüğe çok fazla zarar vermiştir ve belkide bulduğundan çok daha fazlasını yok etmiştir. Anadolu'ya bu kadar yağma yapılmasından sonra en sonunda, konuyla ilgili bir kaç kişinin (örneğin Fethi Ahmet Paşa) çalışmalarıyla Osmanlı Devleti de en sonunda arkeoloji ile ilgilenmeye başlamıştır. Bu devirde Fethi Ahmet Paşa'nın Türk arkeolojisine katkısı çok büyüktür. Abdül Mecit'i onun Yalova'da bulduğu Kral İnsantine'e ait taşları da kullanarak bir müze kurmaya ikna etmiştir ve müze bazı kaynaklara göre 1845, bazı kaynaklara göre de 1846 yılında kurulmuştur. Bu müzenin adı Kraliyet ve ya saltanat müzesi anlamına gelen Müze-i Humayun'du. Osmanlı Devleti'nde arkeoloji için en önemli gelişmelerden biri Marif Nazırı Saffet Paşa sayesinde gerçekleşmiştir. Saffet Paşa bir genelge yayınlamıştır bu genelge bütün vilayetlere gönderilmiştir. Genelgede bulunan bütün tarihi eserlerin Müzeye teslim edilmesi emredilmektedir. Bu sırada müzenin başına ilk kez resmi bir müdür getirilmiştir. Bu müdür Goold adında bir İngilizdi. Goold'tan sonra Mahmut Nedim Paşa müze müdürlüğüne getiriliyor ve bu dönemde müze oratadan kaldırılıyor. Bundan sonra toplanan eserlerin birikmesi üzerine Çinili Köşk müze olarak kullanılmaya başlanıyor. Bütün bunlara rağmen Anadolu'da ki yağma ise halen devam etmekte. Aydınların baskısıyla ilk Asar-Atika yayınlanıyor ancak bu yağmayı daha çok artırıyor(daha önce belirtildiği üzere bkz. Bölüm 2: Arkeolojinin Tarihi). Sonuç olarak Osamanlı Devleti'nde tüm bu çalışmalara rağmen arkeoloji konusunda kayda değer bir başarı sağlanamamış ve çok değerli tarihi eserler tek tek yurt dışına gitmeye devam etmiştir. Bunun nedeni Osmanlı Devleti'nin kültürel konulara olan ilgizliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Konuya gerçekten ciddi bir biçimde yaklaşacak biri olmadığı için Osmanlı da ilgisizliğini sürdürmüştür. Bu Osman Hamdi Bey'in müze komüsyonuna seçilmesine değin sürmüştür. Müzenin başına getirilmiş ve yeni bir müze kurulmasını istemiştir. Müzeye ek binalar yapılmış ancak bununla yetinmeyip yeni bir müze açma talebini hayata geçirmeyi başarmış ve ilk arkeoloji müzesinin yapılmasını sağlamıştır. Bunun yanında br de kütüphane kurmuştur. Aydınların desteğiyle 1877'de 2. Asar-Atika'nın yayınlanmasını sağlamış ve böylece tarihi eserlerin yurtdışına gitmesi önlenmiştir. Osman Hamdi Bey bundan sonra tüm enerjisini yapılan kazıları denetlemeye, restorasyon çalışmalarına ve yurt dışına kaçırılan eserlerin geri getirilmesine harcamıştır. Osman Hamdi Bey'in Türk arkeolojisine katkısı çok büyüktür. Halkı az da olsa kültürlendirmeyi başarmıştır. Osmanlı Devleti'nin dörtbir köşesinde kazı başlatmış ve bu kazılar Kurtuluş Savaşı'na kadar devam etmiştir. Ancak Osman Hamdi Bey'in tüm bu çabalarına rağmen 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin sadece savaş, askeri ve siyasi konulara odaklanmasıyla eser kaçakçılığı tamamen kontrolden çıkmıştır ve bu Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına değin böylece sürüp gitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra Atatürk arkeoloji konusuna çok önem vermiş ve "Toprağın üstündekilere ne kadar sahip çıkıyorsak altındakilere de o kadar sahip çıkmalıyız" sözüyle desteklemiştir. İlk olarak Ahlatlıbel ve Alacahöyük olmakla birlikte yurdun dört bir yanında kazılar başlatmıştır. Bir arkeoloji okulu açılmasını istemiş ve şu an ki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji bölümünün açılmasını ve bu bölüm için yurtdışından hocaların getirilmesini sağlamıştır. Bunun yanında Belleten adında hala yayınlanmakta olan bir arkeoloji dergisinin çıkarılmasını istemiştir. Atatürk Anadolu topraklarında yatan tarihi geçmişin farkındaydı ve bu yüzden arkeolojiye bu kadar önem vermiştir. Başlattığı kazıların hala birçoğu devam etmektedir. Bunun yanında arkeoloji bölümünü açmakla bu zenginliği incelemek için türk arkeologlar yetiştirilmesini sağlamıştır ve bu bölümden şu an dünyaca tanınan arkeologlarımızdan bazıları (Örneğin: Ekrem Akurgal, Tahsin Özgüç, Nimet Özgüç, Kutlu Emre) yetişmiştir.Bunun yanında Türk Tarih Kurumu'nun kurulmasını sağlamıştır. Şu an Türkiye eserlerin bolluğu, güzelliği ve özellikle çeşitliliği bakımından dünyada en ön sırada yer alan 3-4 ülkeden biridir. Atarük'ün arkeolojiye büyük önem vermesi ve Türk Tarih Kurumu'nu kurması sayesinde Türk Arkeologları her bakımdan gerekli kitap, araç ve araştırma giderlerine sahip oldukları için Türk Arkeolojisi Batı standartları ölçüsündedir. Atatürk Selçuk ve Osmanlı tarihine değer veridği ölçüde, Eski Anadolu uygarlıklarına da önem vermiş ve yurdumuzun eski eserler yönünden dünyada ön sırada yer almasını sağlamıştır. Eski uygarlıkların ortaya çıkarılması hem turizm yönünden kültür varlıklarımızı zenginleştirmiş hem de Türkiye'nin dışarıdaki kötü tanınmış imajının büyük ölçüde düzelmesine yardımcı olmuştur. Kaynakça: Akurgal, Ekrem : Anadolu Uygarlıkları , Net turistik Yayınlar, 6.Baskı, 1998 Ana Britannica: Cilt 2, 1986 Bahn, Paul : Arkeolojinin ABC'si, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999 Ceram , C.W. : Tanrılar Mezarlar ve Bilginler(Arkeolojinin Romanı), Remzi Kitabevi, İstanbul 5.Basım 1999 Ceram, C.W. : Tanrıların Vatanı Anadolu, Remzi Kitabevi, İstanbul 5.Basım 1999 Bölüm 4: Arkeolojinin Halkbilimi ile İlişkisi Kültürler doğar, gelişir ve kaybolur. Bazısı yiter gider bazısı ise kalır ama varolan kültürler hep bir gelişim içerisindedir. Toplum içindeki siyasi, kültürel, bilimsel olaylar, değişimler, gelişmeler ve evrimler üst üste binerek kültürü oluşturur. Bir kültürün o anki durumunu anlamak için onun geçmişini de bilmek gerekir. Halkbilimi bilindiği üzere bir ülke ya da belirli bir bölge halkına ilişkin maddi ve manevi alandaki kültürel ürünleri konu edinen, bunları kendine özgü yöntemleriyle derleyen, sınıflandıran, çözümleyen, yorumlayan ve son aşamada da bir birleşime vardırmayı amaçlayan bir bilimdir. Dolayısıyla halkbilimi bir toplumu her yönden inceler. Neredeyse tüm bilimlerdeki gelişmelerin sonuçları halkbiliminde toplanır ve halkbilimi bunları kendine göre sentezler. Sonuçta sadece o toplumun veya bölgenin bugünü ile değil geçmişi ile de ilgilenir. Dolayısıyla iilgilendiği noktalardan biri de hiç kuşkusuz o toplumun veya bölgenin tarihidir. Arkeoloji işte bu noktada devreye girer. Daha önce belirtildiği gibi (bkz. Bölüm 1:Arkeolojinin Tanımı) gerek yazılı gerekse de yazısız tarihin incelenmesinde halkbilimine yardımcı olur. Bir ulusun, bir halkın, bir yörenin ya da bir etnik grubun yaşamıyla ilgili çeşitli yanlarını, adetlerini, geleneklerini, göreneklerini, inanmalarını, becerilerini vb. yazıya geçirmiş kimselerin yazma ya da basılı yapıtları, yazıya dökülmüş anıları, gezi notları, gözlemleri izlenimleri yazılı kaynakları oluşturur. Yakın tarihlerin yazılı kaynakları hiç şüphesiz çoğunlukla tarih bilimi sayesinde kolaylıkla ulaşılabilecek kaynaklar haline gelmişlerdir. Ama örneğin çok daha eski tarihlerdeki toplum yaşamıyla şimdikini kaşılaştırmak istersek... Bu noktada arkeoloji yardımcı olacaktır. Şu an hala dünyanın değişik yerlerinde Cilalı Taş Çağı'nı yaşamakta olan toplumların var olduğunu biliyoruz. Peki bu toplumları çok daha eski çağlarda Cilalı Taş Çağı yaşayamış ve şu an modern bir toplum statüsüne erişmiş toplumlarkla karşılaşmak istersek... Bu noktada yine arkeoloji bize yardımcı olacaktır. Örneğin Konya yakınındaki Çatalhöyük yerleşmesinde Neolitik devire (M.Ö.8000 - M.Ö. 4500) ait bulunan duvar resimlerinde ölen aile bireylerinin yine aile bireyleri tarafından, cesedin kafasının kesilip, kanının bi kuyuya akıtlıp, vücudun derisinin yüzülüp daha sonra akbabalara yedirildiği ortaya çıkarılmıştır. Yapılan kazılarda o devire ait konutlarda bulunan seki denilen oturma sıralarının altında gömülü kafataskarı ve insan keimlerine rastlanmıştır. Burdan anlıyoruz ki cesetler tanrı olarak saydıkları akbabalar tarafından etten arındırılıp sadece kemik haline getiriliyor ve bu kemikler evin altına gömülüyordu. Böylece hem tanrıya bir sunu yapılmış olunuyor hem de cesedin çürüyüp kokması önleniyordu. Bu uygulamanın hala Budapeşte'nin bazı bölgelerinde uygulandığını görüyoruz. Bu iki toplumun ilişkisini ve belki de tek toplumun evrimini açıklamakta önemli bir gelişmedir. Belki iki toplum geçmiş zamanda kültür alışverişinde bulunmuşlardı belki de Anadolu'dan Macaristan'a doğru bir göç olmuştu. Sonuçta ikisi de halkbiliminin ilgi alanına girer. Bir başka örneğe bakarsak. İlk zamanlar yani neolitik devir ve öncesinde insanlar tanrı olarak doğa kuvvetlerine taparlardı. Ateş, su, ağaç vb. Bunlara kurbanlar verir ve kendi yöntemleriyle bu tanrı dedikleri kuvvetleri hoşnut tutmak için çaba sarf ederlerdi. Bunlar karşılığında da onlardan bazı şeyler umarlardı. Örneğin yine Çatalhöyük ve yine neolitik devirde içinde boğa başlarının bulunduğu ve boğaların resmedildiği bir çok konut bulunmuştur. Bu diğer doğa kuvvetleri gibi boğanın da kutsal olduğunu gösteriyor. Daha sonraları tanrı anlayışı değişti ve birçok toplumda çok tanrılı dinler oluşmaya başladı. Bu dinlerde bir tanrılar alemi (pantheon) vardı ve daha somut halde düşünülüyordu bu tanrılar. Bunların başında hiç şüphesiz Mısır ve Yunan pantheonları gelmektedir. Bunun dışında Babil, sümer, hitit pantheonlarını sayabiliriz. (Yalnız şunu belirtmek gerekmektedir ki her toplum aynı zaman diliminde bu çok tanrılı dine geçmemiştir ve hatta bazıları hiç geçmemiştir ancak genel görünüm yani önemli uygarlıkların bu devri yaşadığı görünümündedir) Bu tanrılara da kurbanlar verilmekte, insanlar onlardan birşeyler dilemekte, hastalıkları, kıtlıkları tanrılar insanlara kızdığı için çıkardıklarına inanmaktaydı insanlar. Bu tanrıların varlığını antik kaynaklardan, onlar adına yapılan tapınaklardan ve hatta basit çanak çömleklerden öğrenmekteyiz. Daha sonra ise tek tanrılı dönem geldi. Bunlardan ilki Musevilik, ikincisi Hıristiyanlık ve üçüncü ve sonuncusu ise Müslümanlıktı. Bu dinlerde ise tek bir tanrı var ancak yine de çok şeyin değiştiğini genel bakış açısıyla söylenemez. Diğer ikisinde olmasa bile Müslümanlıkta hala kurban verildiğini görmekteyiz(Şu an sadece Tevrat'ın gerçekliğini kanıtlamak için -genel olarak pek kabul görmese de- bir arkeoloji kolu vardır). Genel olarak baktığımızda bilinen tarihin başlangıcından beri bir güce inanma ve ona kurban verme olgusunu görüyoruz. Toplumlar ne kadar değişip, gelişse de bazı şeylerin değişmediğini göstermekte basit ama sağlam bir örnektir kanımca. Ayrıca bu ilahiyat arkeoloji ve halk bilimi ilişkisini de ortaya koymaktadır. Din konusuna değinmişken, arkeoloji için (özellikle klasik arkeoloji) tapınaklar ve anıtlar en önemli kaynaklardan biridir. Çünkü tapınaklar o dönemin dinsel inanışları hakkında bilgi vermekle kalmaz o dönem mimari tarzı (kullanılan taş cinsi, taşların nasıl işlendiği vb.) ve ulaşılan teknoloji hakkında da önemli bilgiler verir. Bu konudaki kuşkusuz en güzel örnekler görkemli Eski Yunan tapınakları (Örneğin Efes Artemis tapınağı: 110m*55m boyunda olup mermerden yapılmıştır) ve hala nasıl yapıldığı tam olarak bilinemeyen Mısır Piramitleri'dir. Arkeoloji daha önce belirtildiği gibi sadece bu tip olayları değil en sıradan şeyleri bile ilgiyle ele alır. Örneğin geçmiş toplumların yemek yeme alışkanlığı, giyimleri, süslenmeleri konutlarını nasıl düzenledikleri gibi. Arkeoloji gerek yazılı kaynağın olduğu devirlerde gerekse yazılı kaynağın olmadığı devirlerde de bunu inceler. Örneğin yapılan kazılarda ele geçen başlıca gereçler arasında kap-kaçak, seramikler, kumaş parçaları, süs eşyalarını (küpe, toka gibi) sayabiliriz. Bunlar o dönem insanın günlük yaşamını anlatan en belirleyici örneklerdir zaten. Bunun dışında mezarlar ve nekropolleri de arkeoloji ve halkbiliminin ortak konuları arasında değerlendirebiliriz. Halen dünyanın çeşitli yerlerinde görülen mezar hediyeleri arkeolojinin çok önem verdiği konular arasına girmektedir veya dünyanın bazı yerlerinde görülen kremasyon dediğimiz ölü yakma ayinleri. Bunlar da halklar ve bölgelerin arasındaki ilişkileri belgeleyebileceği gibi toplumların gelilşimini de anlamak için kaynak olarak gösterilebilir. Ayrıca daha önce bolca değinildiği gibi arkeoloji toplumlar ve bölgeler arasındaki ilişkilerde karanlıkta kalmış yönleri açığa çıkarmaktadır. Örneğin Yunanistan'a ait Girit adasındaki Knassos sarayında bulunan seramikler arasında Mısır özelliklerini açıkça taşıyan seramiklere rastlanmaktadır. Bu Doğu ve Batı Akdeniz arasındaki ticari ilişkiyi ortaya koymaktadır. Bunun yanında yine Knassos sarayında bulunan üzerinde bir Mısır Firavununa ait bir mühür bulunan ritüel bir seramik de bulunmuştur. Bu iki toplum arasındaki dinsel ilişkiyi belgeler ve devletsel olarak da birbirlerini tanıdıklarını gösterebilir. Sonuçta halkbilimi ve arkeoloji ne kadar ayrı gözükseler de halkbilimi bir toplumun, bir bölgenin geçmişini anlamak için ilk önce tarih bilimini daha sonra arkeolojiye başvuracaktır. Bunun yanında arkeolojinin de o dönemin toplumsal yönlerini tam olarak anlaması ve ona göre hareket etmesi gerektiğinden halkbiliminden yararlandığı noktalar vardır. Kaynakça: Örnek, Sedat Veyis: Türk Halkbilimi, İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı Ankara 1977 Akurgal, Ekrem: Anadolu Uygarlıkları, Net turistik Yayınlar, 6.Baskı, 1998 Bölüm 5: Yorum ve Arkeolojinin Halkbilimine Katkısı Halkbilimi bilindiği ve daha önce birçok kez tekrarlandığı üzere diğer bilimlerin sonuçlarına kendinde toplayarak sentezleyen önemli bir bilim dalı. Arkeoloji ise tarih biliminin ulaşamadığı noktaları açığa çıkaran bir bilim dalı. Bu tanımlara bakacak olursak yine daha önce belirtildiği gibi arkeoloji kanımca halkbilimi için oldukça gereklidir. Çünkü başka, belki biraz eksik bir tanımla halk bilimi insan yaşamını nerde olursa ve kim olursa olsun ele alır. Ve insan yaşamı da elbette sadece günümüzle sınırlı değildir. Şu an yaşadığımız toplum / toplumlar birçok evre geçirmiş, birçok değişimden sonra şimdiki haline ulaşmıştır. Dolayısıyla halkbilimi insanın geçmiş zamanlardaki yaşamı ile de ilgilenmektedir. Ve insanın geçmişteki yaşamı ebetteki sadece yazılı belgelerden öğrendiklerimizle sınırlı değildir. Çok daha öncesi ve belki de çok daha önemli bir geçmiş yatmaktadır yazılı belgelerin ilk ortaya çıktığı devirlerden öncesinde. İşte arkeoloji bu karanlıkta kalmış diyebileceğimiz devirleri araştırarak halk bilimine değeri göz ardı edilmez bir katkı yapmaktadır. Ayrıca arkeoloji birçok bilimle halkbilimi arasında köprü görevi görmektedir. Örneğin bir önceki bölümde belirtildiği gibi ilahiyat veya mimari vb. Bir önceki bölümde belirtilen örnekleri genel olarak toparlamak gerekirse arkeoloji toplumların geçmişteki günlük yaşayışlarını, devlet ve din işlerini, birbileri ile olan ilişkilerini, birbirleri ile yaptıkları ticaretleri, o günlerden günümüze kalan adetleri incelemekte ve sonuçlar çıkarmaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek isterim, özellikle bir üst bölümde belirtilen arkeoloji ve halkbiliminin ilişkisindeki ortak noktalar gibi, bu iki bilimin ilişkisini sağlayan bir çok küçük ama önemli bağlayıcı yön olduğuna inanmaktayım. Her alanda olduğu gibi incelenen konuların sağlam temellere oturtulması gerekmektedir. Arkeoloji halkbilimi için bunu sağlamada yukarda sayılan sonuçlardan dolayı önemli bir etmendir. Halkbilimi de bu yukarda sayılan sonuçlardan yararlanarak günümüzdeki toplumun temellerinin nereye dayandığını özümsemekte ve bölgeleri, halkları, toplumları bu bilgiler ışığında incelemektedir.

Hiç yorum yok: